Oblomov (İvan Aleksandroviç Gonçarov)
Posted by Aydın Ergil 22 Ocak 2023
İstanbul 5. Grup Şubat 2023
İstanbul 1. Grup Haziran 2023
İstanbul 6. Grup Temmuz 2022
İstanbul 3. Grup Şubat 2022
Marmaris 1. Grup Aralık 2014
İvan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov’u otuz iki-otuz üç yaşlarında, orta boylu, hoş görünümlü, koyu gri gözlü ama yüz hatlarında herhangi bir fikir, herhangi bir yoğunluk görünmeyen, odacığında oturan silik bir kahraman olarak yarattığında, aslında roman tarihinin en ünlü kişilerinden birine can veriyordu. 19. yüzyıl başlarında, çalışkan modern insan idealinden önce, Rusya’nın köle sahibi kırsal soylu sınıfı tarafından aylaklık hâlâ makul ve değerli bir amaç olarak görülürken Oblomov vardı. Miskin, dikkatsiz, meraksız, düş kurma ve oyalanmaya düşkün Oblomov… Yine de ona hayran olmamak imkânsız. Hayatın hep dışında ve uzağında kalan Oblomov, okurların gözünden asla kaçmayacak, gitgide insana dair belli bir durumu tanımlamanın adı haline gelecek, hatta Lenin, Bolşevik devriminden sonra ‘hâlâ içimizde yaşayan Oblomovlar’dan yakınacaktı…
Oblomov sadece sosyal satir değil, aynı zamanda 19. yüzyıl Rus toplumunun keskin bir eleştirisidir. Klasik olmayı fazlasıyla hak etmiş, dünyanın pek çok diline yeni bir kavram kazandırmış İvan Gonçarov’un başyapıtı.
“Gonçarov’un Oblomov’u ‘lüzumsuz adam’ın en dehşetli örneklerinden biridir. ”
Murat Belge
Nilüfer Alkoç said
ALBERT CAMUS
20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından ve filozoflarından Albert Camus,7 Kasım 1913’de o dönemde Fransız sömürgesi olan Cezayir’in Mondovi kasabasında doğar. Yoksul bir aileden gelen Camus’nün babası Alsaslı, annesi ise İspanyol’dur. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozulur ve vereme yakalanır. 1934’te Fransız Komünist Partisi’ne katılır. İspanya’da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik durumdan kaygılıdır. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atılır. Felsefe eğitimini tamamlar;1940’ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlenir ve Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları olur. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başlar. Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazeteci Gabriel Péri’nin gözleri önünde idam edilmesi onun başkaldırmasına neden olur. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gider ve aynı yıl ilk kitapları “Yabancı” ve “Sisifos Söyleni”ni tamamlar. Camus II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı oluşmuş Fransız Direnişi’ne katılır ve bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete yayımlar. Aynı yıllarda Amerika’yı dolaşarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verir. Ancak, vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekilir “Başkaldıran İnsan” yayımlanır. Camus, 1950’lerde kendini insan haklarına adamaya karar verir, Cezayir Bağımsızlık Savaşında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalışır.
Camus, 1955’de Fransız “L’Express” dergisinde yazmaktadır ve 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır.Bu ödül bir önceki yıl yayımlanan “Düşüş” için değil, idam cezasına karşı yazdığı “Réflexions Sur la Guillotine” makalesi için verilir. Camus, 4 Ocak 1960’ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında “Le Grand Fossard” isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu ölür. İronik biçimde, Camus daha önce en ABSÜRD ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmiştir. Ölümünden sonra telif hakları Camus’nün çocukları Catherine ve Jean Camus’ye devredilir. 1970’de “Mutlu Ölüm”, 1995’de ise öldüğünde hala bitmemiş olan “İlk Adam” yayımlanır. Camus’nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan “ABSÜRT” fikridir. Bu felsefesini “Sisifos Söyleni”de açıklayıp “Yabancı” ve “Veba” gibi romanlarında işlemiştir.
Absürt Söylemi
Camus, genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan “Absürdizm” (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) felsefesinde önemli bir yer tutar. Makalelerinde bizi düalizmle tanıştırır.(Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık) Hayat çeşitli biçimlerde geçer ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni’de bu düalizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak “ABSÜRT”ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: “yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan”. Camus yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.
VEBA
1941’de Albert Camus, Cezayir’in Oran kasabasında hayvanlardan insanlara yayılarak nüfusun yarısının ölümüne sebep olan bir veba salgını üzerine hikâyesini kurar. Camus, veba olarak adlandırdığımız bu gerçek olayın; tüm insanları herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir virüs ya da kaza tarafından yok edebilecek evrensel dramatik bir önkoşul olduğunu düşünür. Fransa’nın II. Dünya Savaşında Alman işgaline karşı direnişini vebaya karşı alınan önlemlerle özdeşleştirir. İnsanların hayatla ölüm arasında kaldığı ince çizgiyi “veba” olarak tasvir eder.
Normallik havasıyla başlayan Veba’ da, Oran kasabasının sakinleri paranın merkezde olduğu, doğallığını ve saflığını yitirmiş hayatlar süren modern insanlardır. Bir gün fareler lağımlardan çıkarak sokaklarda dolaşmaya başlar ve çok geçmeden hızla bulaşan hastalık, Oran’ın her sokağında korkunç bir panik havasına neden olur. Şehrin dörtte birinin veba yüzünden ölüm döşeğinde olmasına rağmen halk bu vebayı kabul edemez. Romanın en duyarlı olan kısmı; insanların ne çok ölüm gördüklerini konuşurken, başkalarının ölümlerine alıştıklarını ve bunu sıradanlaştırdıklarını fark etmeleridir.
Camus’ye göre, ölüm konusunda, tarih boyunca herhangi bir ilerleme kaydedemedik ve bu konudaki kırılganlığımız devam ediyor. Hayatta kalmak, biz insanlar için her zaman bir tehlikeydi ve olmaya da devam edecek. Veba derken kastettiğimiz şey ani bir şekilde ölmeye nedense, bu bütün hayatlarımızı birden anlamsız kılabilecek bir olay. “Yaşamın içindeki absürtlüklerin farkına varmak, bizi umutsuzluğa değil; trajikomik bir kurtuluşa, kalbimizin yumuşamasına, yargılamaktan uzaklaşmaya yol açmalıdır. Vebada, panik duygusu, tehlikeli ancak kısa süreli bir duruma cevap olarak ortaya çıkıyor. Ancak hiçbir zaman tam olarak güvenli hissedemeyiz, dünyadaki insanları sevmeli ve umut ya da çaresizlik hissetmeden acılarımızı iyileştirmek için çalışmalıyız. Hayat, tedavisi olmayan hastalıklarımızın son evresini geçirdiğimiz bir yerdir ama asla bir hastane değildir.”
Vebanın ortaya çıkışı sırasında insanların değişik şekillerde gerçeklerle yüzleşmeye başlamaları romanın algısal olarak vermek istediği iletilerden sadece biridir. Öte yandan Veba’da işlenen esaret duygusu ve bu duygudan kaynaklanan bağımlılık dünya çapında hem geçmişteki hem de gelecekte olabilecek yıkımları temsil etmekte ve bunun sonucunda da tüm bu olanlar karşısında insanların hayatta kalmak için zor seçimler yapması gerektiği anlatılmaktadır.
Camus’nün Veba adlı romanında, esir olma hali ve duygusu farklı açılardan yansıtılmıştır. Burada aslında görünen ve görünmeyen esaret şekilleri vardır. İlk olarak bedensel ve fizyolojik esaret, daha sonra psişik ve manevi esaret ve son olarak da kahramanların rutinleşen bir zaman döngüsüne esir olma durumları karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak eserin bütünü incelendiğinde Camus’nün, insanların veba salgınından önce de bir nevi esaret altında olduklarını; bağımlı bir yaşam sürdüklerini ileri sürdüğü atıflarına rastlanır.
Bugünün insanları da sanıldığı kadar özgür olmadığı gibi bilinen veya bilinmeyen koşullardan dolayı bir esaret içindedirler. Camus’nün 20. yüzyılın ilk yarısının sosyo-politik gerçeklerini yansıttığı Veba’da işlediği esaret duygusunun günümüz sosyo-politik yaşam biçimlerinde de var olduğu görülmektedir.
Camus, insan doğasını son derece doğru bir şekilde ölçüp biçebilmesiyle, bizim bilmediğimiz bir şeyi keşfeder: “Herkesin kendi içinde bir vebası vardır çünkü kimsenin buna karşı bağışıklığı yoktur.”
Nilüfer Alkoç said
HERMANN KARL HESSE
Hermann Karl Hesse 2 Temmuz 1877’de Almanya’nın Württemberg eyaletine bağlı Calw şehrinde doğar. Hristiyan misyoner bir aileden gelmekle birlikte tutucu ve entelektüel bir ortam içinde büyür. Latin Okulundayken, evangelik, teolojik seminerlere katılır ve isyankâr karakteri ortaya çıkar. İntihar girişiminde bulunduğu yıllarda bir enstitüye yatırılır. Carl Jung’un öğrencisinin tedavi ettiği Hesse’nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgi burada körüklenir. Eğitim sistemindeki kısıtlamalar ve misyoner babasının dinsel baskılarından rahatsızdır. Kendi yolunu bulmak için uzun süre mücadele eder. Tübingen’de bir kitapçıda çalıştığı dönemde filoloji, teoloji ve hukuk üzerine uzmanlaşmaya başlar. Teolojik yazıların dışında, Goethe, Lessing, Schiller gibi yazarlarla ve Yunan mitolojisiyle ilgilenir.1896 yılında Madonna isimli şiiri, Viyana’da bir dergide yayımlanır. Ardından Romantik Şarkılar (Romantische Lieder) isimli eserini yayımlar. 1900’de gözlerindeki rahatsızlık yüzünden askerlik görevinden muaf tutulur ve bir takma ad altında Hermann Lauscher adlı kitabı yayımlanır. Basel’li fotoğrafçı Maria Bernoulli ile evlendikten sonra Konstanz gölü civarına yerleşir ve “Çarklar Arasında” adlı ikinci romanını yazar, okul ve eğitim dönemindeki deneyimlerini bu eserinde edebi olarak işler. Bu evliliğinden Bruno, Hans Heinrich ve Martin olmak üzere üç oğlu doğar.
Budizmle ilgilenen Hesse,1910’da Arthur Schopenhauer’la birlikte yapıtları en çok ilgi çeken yazarlardan biridir ve Teozofiyi keşfeder. 1919’da ailesinden ayrılır ve “Klein und Wagner” adlı, orta sınıf insanını konu aldığı eseri yazmaya yönlenir. 1922’de Hint kültürünü ve ailesinden öğrenmiş olduğu Budist felsefeyi işlediği “Siddharta” adlı Hint romanı piyasaya çıkar. İlk eşi Maria’dan ayrılır ve İsviçreli yazar Lisa Wenger’in kızı Ruth Wenger ile evlenir.1925’de yayımlanan “Kurgast” ve 1927’de yayımlanan “Die Nürnberger Reise” (Nürnberg Seyahati) adlı eserleri ironi otobiyografik öykülerdir. Bu eserleri,1927’de yayımlanan “Bozkırkurdu” (Der Steppenwolf) takip eder. Kısa bir süre sonra üçüncü karısı Ninon Dolbin ile evlenir. İlk eşi Mia’ya Iris masalı (1916), Ruth Wenger’e Ressam dönüşümler (1922) ve Ninon Dolbin için otobiyografik malzemelerle bezenmiş olan “Kuş” olmak üzere üç eşine birer peri masalı hazırlar. 1943 yılında İsviçre’de basılan “Boncuk Oyunu” romanında, Hesse’nin terk ettiği ve ona pişman bir halde “yanaşma” olarak geri dönmek istediği bir arkadaşın ve bir ustanın müritliğini anlatır.
Cesur ve etkili bir biçimde gelişen ve klasik hümanizmin sanata yansıtan eserleri için; 1946’da Stockholm’deki İsviçre Akademisi tarafından Hesse’ye edebiyat dalında Nobel ödülü verilir. 1954’te de bilim ve sanat alanında Pour le Mérite Ödülü’nü alır. Bozkırkurdu, Siddharta, Peter Camenzind, Demian, Narziss ve Goldmund, Çarklar Arasında ve Boncuk Oyunu romanları güçlü otobiyografik bileşimleri barındırır. 1937’den itibaren Hesse’nin kitapları Almanya’da “el altından” satılır. Her iki dünya savaşından sonra özellikle genç neslin düşünsel ve ahlaki yönden yeni şeylere odaklanmasını sağlar. Geniş kitleler tarafından tekrar keşfedilmesi 1945’ten sonra olur. Uzun zaman kan kanseri olduğunu bilmeyen Hermann Hesse 9 Ağustos 1962’de beyin pıhtısı nedeniyle uykusundayken ölür ve 40 yıldan fazla zaman geçirdiği Montagnola yakınlarında yer alan Gentilino’da toprağa verilir.
BOZKIRKURDU
Hermann Hesse’nin 1927 yılında yayımlanan Bozkırkurdu, toplumun sığ değer yargılarına ve kişiliksiz, yüzeysel yaşamına uyum sağlayamayan bir insanı anlatır. Baş figür Harry Haller kendi kişiliğinin bölümlere ayrılmasından yakınmaktadır: insancıl, halka uygun yanı ile yalnız, sosyal ve kültürel olayları eleştiren yanı birbiriyle savaşım halindedir. Haller yani “Bozkırkurdu”, iki yaratık olarak yaşamaktadır: İnsan olarak eğitimli vatandaştır, güzel düşüncelere, müziğe ve felsefeye ilgisi vardır, bankada parası vardır, burjuva kültürün içindedir, orta sınıfın giydiği elbiseleri giyer ve olağan özlemleri vardır. Kurt olarak ise burjuva, toplum ve kültürde yalnız kalmış, kendini üstün dehanın vatandaşlarından biri ve olaylara dıştan bakan ve siyasi devrimci olarak gören kuşkucunun tekidir. İnsan ve kurt zıtlığı zihnin ve dürtünün, burjuva kültürü ile uyumsuz entelektüelin zıtlığıdır. Çevresindeki burjuva, düzeni gizlemektedir ve bu düzeni sarsacağına inandığı “Tanrıya ait altın bir izi” yeniden bulmaya hasrettir.
Haller tıpkı Hesse gibi intihar etmeyi düşünmektedir, ayrıca her nedense 50. yaş gününde kimseye haber vermeksizin intiharını gerçekleştirmeye karar vermiştir. Hayalinde, ikamet ettiği kentin tam ortasında dans edilen bir lokantada, çift cinsiyetliliğiyle yüzleşir. Kadınsı egosu Hermine, Haller’in dileklerini dinleyip ona karşılık veren bir varlık aynasıdır. Bir mistik birleşmeyle dönüşüm başlar. Hermine ve Haller beraber uyuşturucu içerler ve Haller’in ruhunda içinde gerçeklerin değil, sadece resimlerin olduğu bir sahne belirir. Haller, arkadaşı Pablo ve Hermine’in aşk yaşadıklarını varsayar. Kıskançlıkla elindeki bıçağı Hermine’nin sol göğsünün altına saplar. Hermine’in ölümünden ötürü sonsuza dek gülünerek aşağılanma cezasına çarptırılır.
Romanın ilk kısmında üç farklı anlatıcı dile gelir: Roman Haller’in ev sahibesinin yeğeninin Bozkırkurdu hakkında izlenimlerini yansıttığı önsözle başlar. İkinci olarak kendi yaşantısını anlatan Harry Haller’in notları vardır. Üçüncü olarak da Bozkırkurdu’nun ölümsüz olanları soğukkanlı ve nesnel olarak analiz ettiği Bozkırkurdu’nun Araştırma Yazısı yer alır.
Romanın ikinci kısmında Haller’in deneyimleri bir yaşam alternatifi sunar. Haller’in iç dünyasındaki özlemlerinin ve kaderlerinin kişileştirilmesi olarak görülebilecek üç arkadaşı Hermine, Maria ve Pablo, ortaya çıkar. Hermine figürü Haller’in/Hesse’nin bir kadınsal eski egosuna dönüşür; çünkü o hem Haller’in ruhunun aynasıdır hem de “Hermann”a dönüşen cinsiyettir.
Romanın üçüncü kısmında ise diyalektik kaldırılır, başkahramanın tek taraflı dönüşümü ve çözülümü başlar. Bu kısım “cehennem” olarak anlatılan bir dans sarayının alt katında geçmektedir. (Dante’nin İlahi Komedyası) Birbiriyle uyuşmayan ve birbirinden çok ayrı dünyaların ortadan kaldırılması mantığı bu cehennemde defalarca dirilmek demektir. Bozkırkurdu, insani ruhun çok yönlülüğünü ve benlik çözülmesi sorununu daha yakından tanımlar. Sadece “bir ruh” ve Haller’in “insan” ve “Bozkırkurdu” yönündeki çift varlığa bürünür olması değil, insanın içinde bunun yanı sıra kimi zaman çocuksu, kimi zaman ise dik kafalı bir şekilde ortaya çıkan bir sürü farklı biçim anlatılır. Hesse, kitaplarının birçoğunda çile hayatını ve manevi ilhama erişmeyi konu edinir. Bozkırkurdu’nun içsel dağınıklığı ve her iki ruhuyla bütünleşme çabası Budist ilkesini, yani iyi ve kötünün insanın gerçekliği olduğunu yansıtır.